24 Mart 2012 Cumartesi

SAATLERİNİZİ AYARLAMAYI UNUTMAYIN!

Yaz saati uygulaması bu gece saat 03.00'te başlıyor. Türkiye'de saatler son kez bir saat ileri alınarak ayarlanacak. Bu uygulama sonbaharda saatlerin yeniden geri alınmasıyla tamamen bitecek.

Gün ışığından daha fazla yararlanılması ve enerji tasarrufu için yapılan yaz saati uygulaması bu gece son kez olarak yapılacak. Bu gece saat 03.00'te saatler bir saat ileri alınacak. Yetkililer 25 Mart pazar günü yani yarın saat değişimi nedeniyle olası karışıklıkların önlenmesi için vatandaşları bu gece yatmadan önce saatlerini ayarlamaları konusunda uyarıyor.

28 EKİM'DE SONA ERECEK
Yaz saati uygulaması 28 Ekim 2012'de saatlerin bir saat geri alınmasıyla sona erecek. Bu son değişiklik sonrası Türkiye'de artık tek saat uygulamasına geçilmiş olacak. Türkiye'de yaz saati uygulaması AB ülkeleriyle eşzamanlı olarak yapılıyor. Avrupa'da uygulamayı ilk yapan ülke Birinci Dünya Savaşı sırasında kömür kullanımından tasarruf etmeyi amaçlayan Almanya olmuştu. Ancak zamanla uygulamanın kişilerin psikolojilerini ve biyoritimlerini olumsuz etkilediği yönündeki eleştiriler, uygulamanın kaldırılması önerilerini getirdi.

İLK ÖNEREN BÖCEK BİLİMCİYDİ
Yaz saati uygulaması dünyada ise ilk kez 1895'ta Yeni Zelandalı böcek bilimci George Vernon Hudson tarafından gün ışığında böcek toplamaya yeterli zaman bulamadığını gerekçe göstererek önerildi.

23 Mart 2012 Cuma

Cudi


Yılmaz Özdil 

 yozdil@hurriyet.com.tr

Gazeteciliğe başladığımda Cudi’de çatışma oluyordu, neredeyse emekli olacağım, Cudi’de hâlâ çatışma oluyor.
E haliyle merak edip, soruyorsunuz.
Cudi’de neler oluyor?
*
Dilim döndüğünce...
*
Malum, dünya medya imparatoru Rupert Murdoch, geçenlerde Ankara’ya geldi, Başbakanımızla baş başa görüştü ve hatıra olarak John Philby’nin kitabını hediye etti.
*
Rupert Murdoch... 1915’te Avustralya Başbakanı’na gizlice mektup yazan, cephedeki İngiliz komutanların yalan raporlar gönderdiğini belirten, “Çanakkale geçilmez” diyerek İngiliz hükümetinin uyanmasına ve derhal çekilmelerine vesile olan Avustralyalı gazetecinin oğlu.
*
Murdoch’ın Başbakanımıza hediye ettiği “The Empty Quarter” isimli kitabın yazarı John Philby ise, İngiliz casusu... Anadili gibi Arapça biliyordu. Müslüman oldu. “Şeyh Abdullah” adını aldı! Biz Çanakkale’de İngilizlerle boğuşurken, Osmanlı’ya isyan bayrağı açan Mekke Şerifi Hüseyin’e yardımcı olması için Arabistan’a gönderildi. Bi yandan bizi sırtımızdan hançerleyen Arapları organize etti, bi yandan petrol şirketlerine imtiyaz topladı, bi yandan da araklayıp İngiliz müzelerine sattığı tarihi eserlerle servet sahibi oldu. İngiltere’ye döndü, siyasete atıldı, seçilemedi, küstü. İkinci Dünya Savaşı’nda saf değiştirdi, kendi ülkesini satmaya, çaktırmadan Hitler’e çalışmaya başladı, tutuklandı, ev hapsine alındı. Savaş bitince Lübnan’a taşındı, kalpten öldü, Beyrut’ta Müslüman mezarlığa gömüldü.
*
Bu casus arkadaşın bi oğlu vardı, Kim Philby... O da babası gibi Cambridge’den mezun oldu, o da sular seller gibi Arapça biliyordu, o da babası gibi casustu... 1947’de, Türkiye’ye, konsolosluk sekreteri ayaklarıyla İstanbul’a gönderildi. Sonra, CIA ile MI6’in irtibat görevi için Washington’a tayin edildi. Soğuk savaş tarihine “asrın casusu” olarak geçti. Çünkü çift taraflı çalışıyordu, köstebek’ti... Sovyet gizli servisi tarafından devşirilmişti, Moskova’ya bilgi satıyordu. Şüphelenildi, takip edildi, bi türlü suçüstü yapılamadı. Ama kovuldu... O da gitti, babası gibi Beyrut’a yerleşti. Güya gazeteciydi. Gel zaman git zaman... 1961’de, Anatoliy Golitsyn isimli KGB subayı ABD’ye iltica etti, bülbül gibi öttü, Kim Philby’nin ipliğini pazara çıkardı. Aranan kanıt bulunmuştu. İngiliz siciminin boynuna dolanmak üzere olduğunu anlayan Kim Philby, Suriye üzerinden, Ermenistan’a, oradan Rusya’ya kaçtı. Daha önce bi İngiliz, bi Amerikalı eşinden boşanan Philby, bu sefer, Polonya kökenli Rus yazar Rufina Pukhova’yla evlendi. Hayatı roman oldu, Hollywood’da film oldu. Alkolik oldu. İki defa intihara kalkıştı, beceremedi. 1988’de, babası gibi kalpten gitti. Rusya, onun hatırasına posta pulu bastırdı.
*
Hatta, ölümünden sonra ortaya çıktı ki... İstanbul’da çalıştığı sırada, SSCB’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli olan ve İngiltere’ye iltica etmek isteyen Konstantin Volkov isimli KGB subayını, usta manevralarla, bizzat, kendi elleriyle KGB’ye teslim etmişti. Çünkü, Volkov’un elinde “köstebek”lerin listesi vardı ve listenin başında kendi adı yazıyordu!
*
Bu casus arkadaşın, kendisi gibi casus olan babasına dönersek...
Suudileri örgütleyen John Philby, Irak’ın örgütlenmesi işini de, Gertrude Bell isimli bi kadınla yürütüyordu.
*
Oxford mezunu olan Gertrude...
Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe dahil, şakır şakır yedi lisan bilen, casustu.
*
Suudi Arabistanlı Lawrence için “manevi oğlum” sıfatını kullanan... Suudi Arabistanlı Lawrence’ın da “annemden farksız, bildiğim her şeyi ondan öğrendim” dediği kadın.
*
Çok güzeldi. Etrafına ışık saçıyordu. Görenlerin ağzı sulanıyordu. Arkeolog ayaklarıyla Mezopotamya’yı karış karış gezdi, aşiretleri örgütledi, 1919’da Paris Konferansı’na delege olarak katıldı, haritaladı, Kürt, Arap, Şii, Türkmen bölgelerine ayırdı, bugünkü Irak’ın sınırlarını elleriyle çizdi. 1924’te Türkiye’yle İngiltere arasında imzalanan Irak sınırı, onun eseriydi. Bi de kral buldu... John Philby’nin kankası Şerif Hüseyin’in oğlu, kukla Faysal’ı Irak tahtına oturttu.
*
Araplar ona “Çöl Kraliçesi” diyordu. Hiç evlenmedi. Aşıktı aslında... Binbaşı Dick Doghty-Willie’ye... Talihsizliğe bakın ki, binbaşı evliydi. Gizli gizli mektuplaşıyorlar, buluşuyorlar ama, binbaşı eşinden boşanmıyor, Gertrude bunalıma giriyordu. Sorunu biz çözdük... Binbaşı’yı Çanakkale’de vurduk, herif öldü, aile faciası yaşanmasına gerek kalmadı!
*
Kim bilir, belki de Gertrude’un Türk nefreti böyle başlamıştı... Sevgilisi ölünce, kendini Kahire’ye attı, İngiliz gizli servisinin Arap Bürosu’na katılıp, yukarda anlattığım işleri halletmek için Irak’a geçti. Önce bizim kuyumuzu kazdı, sonra kendi başını yedi, 1926’da aşırı dozda uyku hapı alarak, intihar etti. Bağdat’a gömüldü.
*
Kendini öldürmeden önce, gene arkeolog ayaklarıyla, defalarca Anadolu’ya geldi. Kadın konusundaki zafiyetimizi biliyordu, kullandı, kapıları ardına kadar açtırdı, yetmedi, yanına rehber bile verdik... Ki, istediği gibi kurcalasın, cirit atsın memlekette!
*
Hakkını verdi, dört döndü...
Ne Diyarbakır bıraktı, ne Kayseri, ne Adana, ne Kapadokya... Kürt köylerinin, Hıristiyan köylerinin listesini çıkardı, hangi aşiret devletten yanadır, hangi aşiret hainliğe müsaittir, şeceresini çıkardı. Nereler kuytudur, nerelerden nerelere geçilir, haritaladı. Mesela bi mektubunda aynen şöyle anlatıyordu: “Zaho kampında konakladım...”
*
Bilmiyorum, bi yerden hatırlıyor musunuz, bu Zaho kampını!
*
Cudi’ye çıktı... Hatıralarında  “Müslümanlar, Nuh’un gemisinin sular çekildikten sonra Ararat Dağı’nda değil de, Cudi Dağı’nda oturduğunu düşünüyor. Cudi’ye yaptığım hac ziyaretinden ve gördüklerimden sonra, ben de artık aynı düşüncedeyim” diye yazdı.
*
Antakya’ya da gitti...
Camilerin fotoğrafını çekiyorum, kiliseleri geziyorum filan dümeniyle, ahalinin etnik kökenini raporladı.
*
Diyeceksiniz ki, güzel güzel Cudi’ye kadar gelmiştin, niye zart diye Antakya’ya geçtin? Çünkü, seneler sonra güzel bi kadın daha geldi, insaniyet namına, Antakya’ya...
*
Angelina!
*
Ve, ağzımızın suyu akarak karşıladığımız o iyiniyet elçisi Angelina, yeni bi başrol için, İngiliz yönetmen Ridley Scott’la el sıkıştı... Senaryosu kanımızla yazılmış “Çöl Kraliçesi Gertrude Bell”i canlandıracak.
*
Hayırlısıyla çıksın Cudi’ye, çeksin filmini Angelina... Popcorn yiyerek öğreniriz, neler oluyor oralarda!

22 Mart 2012 Perşembe

İZLEDİĞİM FİLMLER





2006 senesinde yapım ve yönetmenliğini yaptığı "Dondurmam Gaymak" filmi ile yerli sinemaya başka bir pencere açan Yüksel Aksu son filmi "Entelköy Efeköy'e Karşı" ile son zamanlarda izlediğim en iyi yerli film derecelendirmesine sebep olmuştur.

Samimi film yapacağım diye uğraşanlar çok basit bir şekilde bu filmi ders niteliğinde izlemeleri gerekir. Çünkü bu "samimi" olsun da ki tırnak içinde yer alan samimiyet kavramı üzerinden çok ekmek yemeğe çalışılmakta. 

Film tamamen "gerçek" üzerinedir. İzlediğinizde anlayacaksınız ki, hangi sınıftan ya da hangi görüşten olursanız olun olaylar eninde sonunda "adam haklı beyler"e bağlanıyor. Anarşik, Komünist, Solcu, Milliyetçi, Satanist, Entel, Köylü gibi kavramların  İstanbul şehir dışına çıkıldığında ki tablosunu gözler önüne seriyor. Her şeyin başının para olmadığının farkında olmayanların, para kazanmak için doğru yolun genel anlamda tüketmek olmadığının kanıtı niteliğinde bu film. Bu filmle ile ilgili tek korkum ah ne komikti denip geçilmesidir.

İlk sahneden son sahneye kadar son derece akıcı, sade ve eğlenceli bir film. Oyuncuların performansları muhteşem. Hem profesyonel oyuncular hem de gerçek köylülerin ortaya koyduğu oyunculuk televizyonda hayranlıkla izlediğimiz ve haddinden fazla değer verdiğimiz oyuncu gibi gözüken kişilerden kat ve kat üstünler.

Şahin Irmak bu konuda beni şaşırtan bir isim. Çok güzel hareketler bunlar da ki Hıyarlı Baba karakterinin üzerine yapışacağından endişe duyardım ki, bu filmde bu endişemin yersiz olduğunu gösterdi. İkinci olarak ise filmin bence en bomba karakteri olan Aşırı Mustafa'yı oynayan Emin Gürsoy'un performansının muhteşemliği dikkat çekti. 

Film müzikleri, sahne geçişleri, görsel efektler oldukça başarılıydı ama bir rüya sahnesi var ki tekrar tekrar izledim doyamadım bir kere daha izledim hatta yazıyı bitireyim bir kez daha izlerim. Ayrıca Bulutsuzluk Özlemi grubunu ve Nejat Yavaşoğulları'nı sinema filminde görmek mutlu etti.

Filmin son karesinde devamının çekilebileceğini hissettiren konuşmalar mevcut ama bana göre bu filmin devamı yapılmamalı. Bu filmi ben kendi iç rafımda diğerlerinden ayrı bir yere yerleştirdim. Emeği geçen herkese teşekkürler...

21 Mart 2012 Çarşamba


EZOPTAN BİR EŞEK ÖYKÜSÜ


 Antik Lidya döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Sardes'de yaşayan ünlü masalcı Ezop'un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsü:
Hikaye bu ya... Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne 
yaptıklarını 
öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler...
Her biri başka yöne gider.
Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir...
İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.
Beygir merakla sorar:
'Nedir bu halin inek kardeş?'
İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:
'Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.'
Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:
'Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar.Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça,daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.'
İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir.Üzerinde lacivert takımlar vardır.
İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde sorarlar, 'Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?'
Eşek keyifli bir şekilde anlatır:
'Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim...'
'Eee, sonra ne oldu?'
'Ne olacak beni başkan seçtiler!'
'Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?'
'Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar 'Seninle gurur
duyuyoruz' diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!'
'Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?'
'Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!'
 
Ezop'un her öyküsünden sonra halka çıkardığı bir KISSADAN HİSSE yani bu öyküden çıkarılacak ders bölümü vardır. Bu eşek öyküsünün kıssadan hissesini ben hatırlayamadım, ya siz? 

20 Mart 2012 Salı

Vatandaşa SİT’tir dediler Bakan’a site inşa ettiler


SİT alanı diye bi şey var.

Sittinsene ev yapamazsın oraya.
Yapmaya kalk…
“SİT’tir” derler.
*
Ahşap evde oturuyorsun.
İki tane çivi çakacaksın.
Hele bi dene…
“SİT’tir” çekerler mahkeme celbiyle.
*
Bazen de…
“SİT’tir, git” derler.
*
Mesela, Ankara’da öyle dediler.
Hamamönü’nde yaşayan vatandaşlara, tarihi evleri istimlak edeceğiz, boşaltın diye mektup gönderdiler. Resmi evrakın üzerinde “SİT’tir”i gören vatandaşlar, tası tarağı topladı, gitti mecburen.
*
Bilahare, ortaya çıktı ki… Sportif Bakanımız, bi ev, bi de arsa almış, vatandaşa “SİT’tir” denilen bölgeden.
*
Üstelik… “SİT’tir” mektubunu gönderen, SİT alanlarını koruma müdürüne satın aldırmış, vekâleten.
*
E elin ağzı torba değil tabii.
Patladı manşetlerden.
*
Vay efendim neymiş…
23 bin liraya alınan ev, 300 bin lira olmuş da, böyle rezalet olur muymuş filan.
*
Kardeşim!
Sit’em edecekseniz Başbakan’a edin sit’em… Koyduğu parayı 2 senede 12 katına çıkarmayı beceren adamı, niye Spor Bakanlığı’nda heba ediyor da, Ekonomi Bakanı yapmıyor acilen?

Millet İzin Vermiyor ki Vatandaş Konuşsun…



Yazara:
“Milletin yerine sen mi karar vereceksin?..”
Çizere:
“Millete rağmen öyle çiz, böyle çiz olmaz…”
Patrona:
“Sen işine bak… Millet ne isterse o…”
 İşçiye:
“Sana mı yetki verdi millet, bize verdi… Millet bize verdiğine göre kim tespit edecek, şöyle mi olsun, böyle mi olsun?..”
Emekliye:
“Milletin iradesi tecelli edecektir, yoksa öyle ben isterim yok…”
Çiftçiye:
“Kararı millet verdi, sen git ek, biç…”
Öğretmene:
“Yav millet bize yetki vermiş, sen konuşuyorsun…”
Öğrenciye:
“Millete saygılı ol, millete…”
Çevreciye:
“Millet burada, eşkıya mısın?..”
Yargıya:
“Millet karar verdi ey yargı…”
Üniversiteye:
“Kapıdan millet girecekse girer…”
Doktora:
“Milletin hizmetinde ol milletin…”
Eczacıya:
“Sen mi bileceksin, milletim mi bilecek?..”
Avukata:
“Önce millet ne istiyor, ona bak…”
Savcıya:
“Millet iradesi verir kararı, sen verecek değilsin… ”
Baroya:
“Senden görüş isteyen yok ki… Millete rağmen yönlendirme yapma…”
Esnafa:
“Bize yetkiyi millet vermiş mi, vermiş… Sen hizmetini yap…”
Askere:
“Milletin iradesine saygılı olacaksın, o kadar…”
Sivile:
“Senin iraden, millet iradesinden üstün değil… Bakacaksın önce milletim ne demiş…”
Muhalefete:
“Ey muhalefet… Milletim sana görev vermedi ki, bize verdi…”
Gence:
“Millete yakışacak adap içinde ol, adap…”
Kadına:
“O meydana gidiyorsun, millet var mı, yok…”
Erkeğe:
“Millete kulak ver millete…”


*
Bence vatandaş sussun…
Millet kızıyor…

 Bekir Coşkun 

17 Mart 2012 Cumartesi

97. YILDÖNÜMÜNDE 18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ


                        97. YILDÖNÜMÜNDE 18 MART ÇANAKKALE ZAFERİ
                                 VE ŞEHİTLERİMİZİ ANIYORUZ
                                                                                  Erol Uysal


         97. Yıldönümünde ‘18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehirlerimizi yine anıyoruz.  Osmanlı İmparatorluğunun son dönemi ve Cumhuriyetimizin kuruluşu öncesinde cereyan eden Çanakkale Savaşlarında bugün yaşamakta olan bizlerin, hepimizin uzaktan yakından bir atası ya şehit ya da gazi olmuştur. Deniz ve karada olmak üzere İki safhada cereyan eden bu savaş dünya tarihinde ‘Gelibolu’ veya ‘Gallipoli’ Savaşları olarak geçer. Şayet bu savaşta elde edilen zafer olmasaydı, ardından verilen Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti asla kazanılamaz, kurulamazdı. Çanakkale Zaferi Milli birlik ve beraberliğin, vatan toprağı ve bayrak, sevgisinin,  namus ve onurun bir abidesidir.      

         Değerli okurlar; Çanakkale’nin ‘Çimenlik Kalesi’ni ziyaret edenler çok iyi anımsayacaklardır. Geçmiş yıllarda Kale içinde Boğaz Komutanlığına ait müzede deniz askerlerimizin rol aldıkları bir oratoryoyu izlemiştim. Şimdi hala var mı bilmiyorum. O gösteride ateş, barut, ölüm saçan korkunç savaş canlandırılır, dinlenen ağıt, ezgi ve türkülerle izlenen gösteri izleyenlere duygulu anlar yaşatırdı. Şayet bu devam ediyorsa yolu buraya düşenler Çimenlik Kalesini, Deniz Müzesi ve ‘Nusrat’ Mayın Gemisini (prototip) mutlaka ziyaret etmelidirler. Çanakkale Valiliği 18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma haftasını bu yıl ilk defa iki haftaya çıkardı. Etkinlikler 25 Mart gününe kadar devam edecek. Yurt içinde bir gezi tasarlayanlar gazi olan ve çevresi zengin tarihe sahip olan şehri bu günlerde gezerlerse daha coşkulu ve zengin anma kutlamalarını da görmek olanağı bulurlar.  

          Çanakkale Savaşlarının Dünya ve Türk tarihinde çok önemli bir yeri vardır. ‘Bir Kahramanlık Destanı’ denilince akla ilk gelenlerden birisi budur. Bu savaşın cereyanını tarih kitaplarında okur, çeşitli etkinliklerde anlatılanları dinleriz de, savaş alanı ve cepheleri, mevzileri, şehitlikleri, anıtları, açık ve kapalı müze, kale ve diğer ziyaret yerlerini bizzat görerek duygusallık yaşamanın anlamı bambaşkadır...    

          Çanakkale Savaşlarına dair çoğumuzun okulda, kitaplardan ve TV’lerdeki programlardan yeterli bilgimiz olduğunu kabul etsek de yine bu savaş hakkında kısa bir hatırlatma yapmanın yararlı olacağını inanıyorum. Üç yıl sonra, 18 Mart 2015’te bu tarihi olayı 100. yıldönümünde anarken “Tam bir asır önceydi” diyerek artık savaşa katılanlardan hiçbir gazinin hayatta kalmadığını da vurgulayarak bu büyük olayı tarihe gömüyoruz. Ama sığar mı? Sığmaz. Mehmet Akif’in ‘Çanakkale Şehitlerine’ adlı şiirinin bir kıtasındaki deyişiyle, “Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın”...          

 Değerli okurlar; bilindiği üzere 1. Dünya Savaşından kısa bir süre önce 1911–1912 yıllarında Osmanlı Devleti önce son Kuzey Afrika’daki topraklarını İtalyanlara, 1912–1913 Balkan hezimetiyle de Rumeli’deki son kalelerini kaybetmiştir. Bulgar ordularının İstanbul kapılarını zorlaması, 500 yıllık Türk olan Rumeli’nin kaybı, İstanbul ve Boğazların güvenliğinin tehlikeye girmesine neden olmuştur. Bu durum bizi kolayca Üçlü İttifakın yani Almanya-Macaristan-Avusturya’nın kucağına düşürmüş, özellikle Alman İmparatoru zayıf ve güçsüz görünen Osmanlı Devletini hiç değilse düşmanı oyalamada ve cephe açmada yardımcı olur düşüncesiyle girişimde bulunarak 2 Ağustos 1914’de kendi İttifakına çekmiştir. 

         Avrupa’da savaş bütün şiddetiyle sürerken, hareket harbinin yerini siper harbi almıştır. Luksemburg ve Kuzey Fransa’yı işgal eden Almanların 6-12 Eylül 1914’de ‘Marne Irmağı’nda durdurulması savaşın hızını kesmiş, bu gelişme Almanların aleyhine dönmeye başlamıştır. Batı’da başlayan savaş gösterilen direnç yüzünden süratini yitirmiş, bunun yanında güçlenmekte olan ‘İtilaf Cephesi’(İngiltere-Fransa ve Rusya) ‘hareket savaşı’na uygun kuvvetini başka bir cephede kullanmayı düşünmüştür. İngiltere Başbakanı Llyod George ve Bahriye Nazırı Churchill bu görüşün başını çekmişlerdir.    

         Hareket Sahası olarak Gelibolu Yarımadasının seçimi bölgenin tarih öncesinden beri
Jeopolitik bakımdan çok büyük bir öneme sahip olmasındandır. Zira Çanakkale ve İstanbul Boğazları Güney Rusya ve bütün Karadeniz kıyılarının açık denizlere olan tek çıkış noktasıdır. Harp halinde bu geçidin kapanması Rusya için hayati önem taşımaktadır.   Keza Rusya’nın insan ve ham madde kaynakları zengin, fakat sanayi ve mali imkânları kısıtlıydı. Uzun ve sürekli bir savaşın gerektirdiği silah, cephane ve diğer malzeme ikmalini sağlayamayacak durumdaydı.  İtilaf Devletlerinin düşüncesi; bu geçidin açılmasıyla Rusya’yı takviye etmek, Batı Cephesinin yükünü hafifletmek, Türkleri, Doğu’da Ruslara karşı savaşmakta olan askerlerinin bir kısmını boğazlar yönüne kaydırmaya zorlayarak Doğu’da Rusya’nın önünü açtırmak ve böylece savaşın süresini kısaltmaktı.    

         Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğunun durumu hiçte iç açıcı değildi. 600 yıl üç kıtada egemenlik kuran, dini, mezhebi, rengi, dili ve kültürü ayrı olan insanları egemenliği altında bulunduran İmparatorluk 1. Dünya Harbinde Trablusgarp, (Libya) Balkanlar, Galiçya, (bugünkü Polonya-Ukrayna Bölgesi) Irak, Filistin, Suriye, Kafkaslar olmak üzere birçok cephede savaşmış ve yorgun düşmüştü. En son kötü iklim koşulları yüzünden Kafkas cephesi ve Sarıkamış’ta yaşanan bozgun tüm yaralara adeta tuz, biber ekmişti. Harbin başlangıcında tarafsız gözüken Osmanlı İmparatorluğuna Almanlar tarafından verilen ‘Goben’ ve ‘Bratislava’ adlı iki zırhlının İstanbul’da isimleri ‘Yavuz’ ve ‘Midilli’ olarak değiştirilip gönderlerine Türk Bayrağı çekilmesi, sonra da gidip Karadeniz’deki Rusya’nın güney limanlarını bombalamaları harpte Osmanlı İmparatorluğunun tercihinin İttifak Devletlerinin yanı olduğu açıkça belli olmuştur. Zaten, böyle uygun bir fırsat kollamakta olan İtilaf Donanması 3 Kasım 1914 günü Ertuğrul, Settülbahir ve Orhaniye tabyalarına misilleme atışlarına başlar. Ancak, Türk topçusunun mukavemeti karşısında başarılı olamaz.  Bu durum İngiliz Amiral Carden’i istifaya götürür. Yerine, yine bir İngiliz Amiral De Robeck atanır. Düşman bombardımanlarından Anadolu ve Gelibolu yakasındaki kıyı tabyalarımız zarar görür. İlk şehitler buralarda verilmeye başlar.  

         Devam eden hazırlık atışlarından tam 4 ay 15 gün sonra ve 18 Mart 1915 Perşembe günü sabahı ‘Limni Adası’ndaki üslerinden kalkıp, boğazı geçmek üzere ateş kusarak ilerleyen 3 filo halindeki düşman zırhlıları boğazın Erenköy mevkiine geldiklerinde kendilerini bekleyen acı sürprizden haberdar değildiler. 8 Mart 1915 günü mayın komutanı Dz. Bnb.Nazmi Bey ‘Nusrat’ mayın gemisiyle Eskişehir mevkiinden başlayarak Erenköy hizasına kadar 26 karbonik mayını sisten de yararlanarak düşman keşif unsurlarına görünmeden döşer. Bunlarla birlikte boğaza döşenen mayın miktarı takriben 400 civarındadır. İtilaf Devlet askerleri boğazı geçeceklerinden o kadar emin bulunuyorlar ki birbirlerine bir iki hafta sonrası için İstanbul’da randevu vermeye bile başlarlar. Boğazın her iki yanındaki Türk tabyalarının susturulduğuna inanan düşman donanması 18 muhrip, 7 mayın tarama gemisi, çeşitli tip nakliye destek gemisi ve uçaklarla 18 Mart sabahı saat 11 sularında boğazdan geçmeye başlarlar.  Düşmana ait 1. Dünya Savaşının en büyük ve en modern donanması kahraman Türk Askerinin canını dişine takarak kıyı tabyalarından ateşledikleri toplar ve döşenen mayınlarla 7 savaş gemisi ile binlerce askerini boğazın soğuk sularının dibine bırakarak geriye çekilmek zorunda kalır.

         Burada bir kahramanın insanüstü başarı öyküsüne de kısaca yer vermek istiyorum.  Düşman donanması önemli bataryalarımızdan Hamidiye, Dardanos, Baykuş, Rumeli Mecidiye Bataryalarımızı ateş altında tutmaktadır. Karşılıklı devam eden ateş
anında Rumeli Mecidiye’den atılan bir mermi İngiliz sancak gemisi Quinn Elizabeth’e isabet eder. Bu zırhlı saf dışı olur. Ardından bu bataryamızı yoğun ateş altına alırlar. Batarya susar. O arada bataryanın bulunduğu mevzide ‘Komutanım beni kurtarın’ diyen bir ses duyulur. Sese doğru giden batarya komutanı toprağı eşeler ve Niğdeli er Ali’yi bulur ve onu kurtarır. Komutan ve Ali birçok arkadaşının şehit olduklarını görürler. Yaralılardan birisi de baygın halde yatmakta olan Seyit’tir. Seyit, hemen kendine gelince ayağa kalkıp yakınında durmakta olan isabet almış hasarlı topunu görür. Topun cephanesi de olduğu gibi durmaktadır. Kullanmak istese de koca mermiyi bozulan düzenekle topa nasıl dolduracaktır? Yaratana sığınıp kucakladığı 275 kg. mermiyi topun kamasına sürmeyi başarır. Nişan alıp topu ateşler. Mermi, biraz önce mevzileri ateş altında tutan ‘Ocean’  adlı zırhlıya tam isabet ederek bu gemiyi batırır. Yüce Atatürk o zaman kurmay yarbay iken 19. Tümenin Bigalı köyündeki karargâhında bu başarısı için Seyit’i onbaşılık rütbesiyle ödüllendirir.
         Boğazdan geçmeye muvaffak olamayan düşman, 25 Nisan -6 Ağustos 1915 tarihleri
arasında 100 bine yakın kara birliklerini ‘Settülbahir’ ve ‘Kaba Tepe’ kıyılarına çıkarmaya başlar. Amaç bellidir. Boğazı batıdan çembere alıp kuşatarak geçişe açmayı sağlamak.  Ayrıca, yanıltma harekâtı olarak da Anadolu Yakasındaki Kumkale’ye de çıkarmayı deneyecektir. Artık kara savaşı başlamıştır. Havada barut ve kan kokusu, cephelerde korkunç bir savaş cereyan etmektedir. İşte bu ortamda Bigalı köyündeki karargâhında iken Alman General Liman Von Sanders’ten cephedeki kuvvetlerin kendi komutasına verilmesini isteyen Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’e verilen yanıt “Bu rütbedeki bir komutana büyük bir cephenin komutanlığı fazla gelmez mi”dir. Alman komutana Mustafa Kemal’in yanıtı ise “Az bile gelir”olur. İşte bu savaşın kaderi burada değişmiştir.
O günden sonra Çanakkale Savaşlarının tüm sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadır. Mustafa Kemal ‘Arı burun’a çıkarma ve taarruz başlar başlamaz, kendi insiyatifi ve iradesiyle emir beklemeden oraya yetişerek karşı taarruza geçer. Düşmanı ‘Kocaçimen Tepe’de durdurarak yarımadanın tahliyesine kadar düşmanın ilerlemek için yaptığı tüm taarruzları ve şiddetli hücumları erimeye mahkûm eder, Türk’ün yiğit Mehmetçiğiyle Çanakkale’de sanki etten ve kemikten bir duvar örülmüştür.  

         Bu savaşta tüm savaşlardan başka bir savaş malzemesi görülmüştür. Bu da inançtır. Topa, tüfeğe, çeliğe,  üstün kuvvete karşı dimdik duran ve kafa tutan bir cesaret sergilenmiştir Çanakkale’de. Mustafa Kemal’in; “Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir” dediği bu savaşta herkes öldürmek ve ölmek için düşmana saldırmıştır. Yine Mustafa Kemal bu savaşı; “Bu öyle alelade bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek arzusuyla harekete geçtiği bir taarruzdur” diye ifade etmiştir. 57. Alay Mustafa Kemal’in emrini aynen yerine getirmiş, hiçbiri kurtulmacasına savaşmıştır. Bu yüzdendir ki, düşman çıkarma birlikleri yapışık kaldıkları Arıburnu’nun yalçın kayalıklarından bir adım bile geçememişlerdir.

          ‘Koca Çimen’ Zaferiyle Mustafa Kemal Albaylığa yükselir.  6–7 Ağustos’ta Türk askerini Anafartalar bölgesinden çevirmek isteyen düşmana 10 Ağustos günü yapılan karşı taarruzla azim ve cesaretini kıran ders verilmiş, o gün Mustafa Kemal’in göğsündeki saate isabet eden bir şarapnel parçası kendisini korumuştur. 17 Ağustos’ta ‘Kireçtepe Zaferi’, 21 Ağustos’ta 2. Anafartalar Zaferini kazanan Albay Mustafa Kemal düşmanın tüm emellerini yok ederek Çanakkale muharebelerinin kaderini belirlemiştir. Bu harekâtı hazırlayıp sonunda sükûtu hayale uğrayan Winston Churchill hatıralarında Mustafa Kemal’in emsalsiz bir komutan, Türklüğün kaderine hâkim bir deha olduğunun daha o zamanlarda anlaşıldığına işaret ederek, “Bir miralayın karşımıza çıkışı bütün tarihimizi değiştirdi” demiştir.

         Yeni takviyeler ve karşılıklı saldırılarla bu savaş tam 8 ay 14 gün
Sürdü. Denizden ve karadan boğazı geçmeye muvaffak olamayan düşman 26 Aralık 1915’de ‘Anzak’ Koyundan,  8 Ocak 1916’da da İngiliz, Fransız donanması ve birlikleri Ertuğrul Koyundan tamamen çekilmişlerdir. Karşılıklı takriben yarım milyon insanın kaybına neden olan bu kanlı savaş Gelibolu Yarımadasının Settülbahir-Alçıtepe-Kerevizdere üçgeninde ve yine yarımadanın Kuzey Ege sahillerinde Kabatepe-Conk Bayırı- Anafartalar şeridinde cereyan etmiştir. Yenilginin hıncını alırcasına, düşman donanması bölgeden çekilirken Ege ve Akdeniz kıyılarımızdaki şehir ve kasabaları bombalayarak masum insanlarımızın ölüm ve yararlanmalarına neden olmuştur. 1916 yılında bombalanan Marmaris kalesinin ‘Kemeraltı’ mevkiine korunmak için sığınan yaşlı kadın, erkek ve çocuklar şehit olmuş, yaralanmışlardır. İsimlerini bildiğimiz hemşerilerimiz şunlardır. Hüseyin Güven (lakabı Topal Hüseyin),  Hacı Selim, Hacı Selim Kızı Makbule, Hacı Selim’in Hamdi’nin karısı Vesile, Şevki, Hacı Selim’in damadı, Gülsüm Karaduman vb... Marmaris’in savunulmasında kalede şehit olan Yüzbaşı Leyneli Cavit ve Topçu subayı Ömer Efendiyi ve diğer şehitlerimizi bir kere daha buradan minnet ve saygı ile anıyoruz. 

         Çanakkale Savaşlarından önce 9 cephede savaşarak topraklarının çoğunu kaybedip “Hasta Adam” olarak tanımlanan Osmanlı Devleti, Yüce Atatürk’ün önderliğinde, Çanakkale’de elde ettiği onur, güven ve moralle Kurtuluş Savaşını da kazanmış, bu günün bağımsız, çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu günlere kolay gelinmedi. Üzerine ölü toprağı ekilen Osmanlı Devletinden yepyeni bir Türkiye Cumhuriyeti yaratan Yüce Atatürk ve silah arkadaşları Mehmetçiklerdir. O’nun çok değer verdiği Kahraman Türk Ordusuna olan minnet ve takdir duygularımızdan en ufak bir ödün vermeden Yüce Atatürk’ün ilke ve devrimlerine sıkı sıkıya sarılalım, birlik ve bütünlük içinde daha güçlü bir Türkiye’yi yaratma gayreti içinde olalım.


          18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi ve Şehitlerimizi 97.Yıl Anma Gününde Yüce Atatürk ve silah arkadaşlarıyla tüm şehit ve gazilerimizi minnet ve şükranla anarak rahmet diliyor, manevi huzurlarında saygı ile eğiliyoruz.  Yazımı, Boğazın Batı Yakasının bağrına yazılı duran ve şair Necmettin Halil Onan’a ait ‘Dur Yolcu’ adlı şiirin iki kıtasını okuyarak bitiriyorum.  

“Dur Yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir.
 Eğil de kulak ver bu sessiz yığın, bir vatan kalbinin attığı yerdir.
 Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda, gördüğün bu tümsek Anadolu’da istiklal uğruna, namus yoluna can veren Mehmet’in yattığı yerdir”.     

Saygılarımla... 17.03.2012               

                  
          


16 Mart 2012 Cuma

AFGANİSTAN'DA 12 TÜRK ASKERİ ŞEHİT OLDU



Afganistan’da Türk askerlerini taşıyan bir helikopter, başkent Kabil'deki bir evin üstüne düştü. Kazada 12 Türk askeri şehit olurken, en az iki Afgan sivil hayatını kaybetti.

TSK'dan yapılan açıklamada, Türkiye’nin, Afganistan'daki NATO misyonu kapsamında komuta ettiği Kabil Bölge Komutanlığı emrinde görev yapan Sikorsky tipi bir helikopterinin, bugün yerel saatle 10.25’te düştüğü bildirildi.

Açıklamada, "Helikopterde bulunan 12 askeri personelimiz şehit olmuştur. Olayın meydana geliş nedeni kaza kırım heyeti incelemesi sonucunda açıklığa kavuşacaktır" denildi.

NTV, kazada şehit olan Türk askerler arasında iki binbaşı ve bir üsteğmenin de bulunduğunu bildirdi.

Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti'nden (ISAF) yapılan açıklamada, "Kazanın nedeni araştırılıyor. Olay anında bölgede askeri bir hareketlilik yoktu" denildi.

 EN AZ İKİ AFGAN SİVİL ÖLDÜ

Reuters’a konuşan bir Afgan polis yetkilisi, helikopterin teknik sorunlar nedeniyle Kabil’in Bagrami mahallesindeki bir evin üstüne düştüğünü söyledi.

Afganistan İçişleri Bakanlığı, helikopterin düştüğü yerdeki iki genç kızın hayatını kaybettiğini belirtti. Bir kadınla bir çocuğun da yaralandığı ifade edildi. Reuters, kazada ölen Afgan sivil sayısını dört olarak verdi.

Olay, en fazla sayıda Türk askerinin hayatını kaybettiği helikopter kazası olarak kayda geçti.

ERDOĞAN: KAZA NEDENİ HENÜZ NET DEĞİL

Kazayla ilgili gazetecilerin sorularını yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Şu anda nedeni tam net olarak bize ulaşmış değil. Bilinmeyen bir nedenle düşüş oluyor. Ve bu düşüş sonrasında subay, astsubay, uzman er ve erbaş olmak üzere 12 kardeşimiz şehit oluyor. Kendilerine Allah'tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum" dedi.

Başbakan Erdoğan, uçağın çarptığı evde de 5-6 sivilin öldüğü yönünde bilgiler aldıklarını söyledi.

"İLK İNTİBA ACİL İNİŞTE DÜŞTÜĞÜ YÖNÜNDE"

Dışişleri Bakanlığı, düşen helikopterin enkazında incelemelerin sürdüğünü belirten Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Vahim bir kaza, acımız büyük. İlk intiba helikopterin acil iniş yaparken düştüğü yönünde" dedi.

Davutoğlu, "Kabil bölge komutanımız olay mahalline intikal etti, büyükelçimiz de orada. Tablo netleşince açıklama yapacağız" diye konuştu.

DAVUTOĞLU'NUN KAZAYLA İLGİLİ SON AÇIKLAMASI

Kazanın ardından açıklama yapan Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ise, "NATO'nun Afganistan'ın güvenliğine yardım kuvveti içerisinde yeralan birliğimize ait bir Sikorsky helikopterde 12 askerimiz şehit oldu. Milletimizin başı sağolsun" dedi.

Afganistan’da çoğunluğu Kabil çevresinde olmak üzere 1,800’den fazla Türk askeri görev yapıyor. Ancak diğer NATO üyesi ülke birliklerinin aksine, Afganistan’daki Türk askerleri, sadece devriye görevi yapıyor.

Bu helikopter kazasının, NATO üyeleri arasında, gittikçe daha maliyetli hale gelen Afganistan Savaşı’yla ilgili tansiyonu daha da yükseltmesi bekleniyor.

Ülkenin güneyinde Ocak ayında yaşanan bir başka helikopter kazasında da altı ABD Deniz Piyadesi ölmüştü.

13 Mart 2012 Salı

Sürekli yaz saati geliyor!



Saatleri, yazın ileri, kışın geri alma dönemi artık son buluyor...


Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından hazırlanan yasa taslağına göre, saatler 25 Mart’ta 1 saat ileri alınacak ve sürekli geçerli olacak.

Başbakan Erdoğan başkanlığında 6.5 saat süren dünkü Bakanlar Kurulu toplantısında Bakan Taner Yıldız, yaz saatinin yılın tamamında uygulanmasını öngören kanun taslağına ilişkin sunum yaptı.

Üzerinde çalışma yapılması kararlaştırılan taslağa göre, yaz saati yılın tamamında uygulanacak ve artık geri alınmayacak. 

Bu düzenlemeyle gün ışığından daha fazla yararlanılarak önemli ölçüde enerji tasarrufu amaçlanıyor.

12 Mart 2012 Pazartesi

Ahmet Şık ve Nedim Şener tahliye edildi



İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, Odatv davası kapsamında tutuklu yargılanan Nedim Şener, Ahmet Şık, Sait Çakır ve Coşkun Musluk'un tahliyesine karar verdi.
Tahliye kararının ardından gazeteci Nedim Şener'in eşi Vecide Şener NTV'ye konuştu. Tıklayın izleyin:

İSTANBUL - Ergenekon soruşturması kapsamında Odatv'de yapılan aramalar sonrasında gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener ve Soner Yalçın'ın da aralarında bulunduğu 10'u tutuklu 13 sanık hakkında açılan davanın 11. duruşması bugün görüldü.


İstanbul Adalet Sarayı'ndaki özel yetkili İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya, tutuklu sanıklar eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, gazeteciler Nedim Şener, Ahmet Şık, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Muhammet Sait Çakır, Coşkun Musluk, Müyesser Uğur ile tutuksuz sanık İklim Ayfer Kaleli katıldı.


Tutuklu sanıklardan Yalçın Küçük ile tutuksuz sanıklar Şükrü Doğan Yurdakul ve Ahmet Mümtaz İdil ise duruşmaya gelmedi.
 İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi, Nedim Şener, Ahmet Şık, Sait Çakır ve Coşkun Musluk'un tahliyesine karar verdi.
Mahkeme heyeti, Şener, Şık, Çakır ve Musluk'un tahliyeleri yönündeki karara gerekçe olarak, ''suç vasfının değişme ihtimali'' ve ''tutuklu kaldıkları süre''yi gösterdi.Davanın tutuklu sanığı gazeteci Doğan Yurdakul, sağlık sorunları nedeniyle yaklaşık 3 hafta önce tahliye edilmişti.


AVUKAT ATALAY: GECİKMİŞ AMA SEVİNDİRİCİ
Ahmet Şık’ın avukatı Akın Atalay, kararı basına değelerlendirdi.
Avukat Atalay, şunları söyledi:
“Mahkeme karar için 1 saat ara vermişti. 12 ara karar aldıklarını söylediler. Tutuklularla ilgili kararları söylemelerini istedik. Tahliye edilenlerin isimlerini söylediler. İçerede avukatlar dışında bulunanlar çığlık atıp, haberi dışardakilere ulaştırdılar. Gecikmişse de olsa insanların bir kısmının -hiç de olsa- özgürlüğe kavuşmasını kısmi olarak olumlu bir adım olarak görüyoruz. Ahmet Şık’ın bir yıllık ömrüne neden oldu. Bundan sonra da yargılanacak. Keşke bütün yargılamalar, gerekmedikçe, zorunlu olmadıkça herkesin özgürlüklerine saygı gösterilerek yürütülmeye devam etse... Gecikmiş ama sevindirici bir karar olarak görüyoruz.


Tutukluluk çok zorunlu kalındığında uygulanacak bir önlemdir. Kitap yazdığı için insanların tutuklandığı bir ülke olma ayıbından kurtulmamıza bir katkı sağlamış oldu. İfade özgürlüğü yönünde atılmış küçük bir adım olarak görmek lazım.


Ahmet Şık’ın cezaevi günleri cezaevinin sıkıntılarıyla geçti. Onların durumunu içeride en iyi yatan insanlar anlar. Çok küçük odada, soğuk duvarlar arasında 24 saatini orada geçiriyorlar. Yarattığı bir psikolojik travma herkeste oluyor. İnsanlar kendilerini dışarıya sağlam olarak hazırlamak istiyorlar ama o kadar kolay bir şey değil.”

TAŞ DEVRİ DİYETi



Bundan binlerce yıl önce çetin yaşam şartları yüzünden insanoğlunun sahip olduğu beslenme alışkanlıklarını, bugün dünyada sürdüren 84 kabile var. Uzmanlara göre bu kabilelerin bireyleri bizlerden çok daha ince. Göz ve dişleri mükemmel... Hatta kanser, kalp hastalığı, depresyon, şizofreni, yüksek tansiyon ve felç nedir bilmiyorlar... Uzmanlara göre ise işin sırrı binlerce yıl öncesinin mağara adamı diyetinde saklı. 

İnsanoğlunun en büyük derdi uzun yaşam. Ama sağlıklı ve kaliteli bir uzun yaşam tabii ki. Bunun sırrının yediklerimizde, soluduğumuz havada ve içtiğimiz suda yattığını hepimiz biliyoruz. Ama bazı bilim adamları, yağlardan uzak durmaktan, bol sebze yemekten çok farklı öneriler getiriyorlar bize. Tuhaf gelebilir ama "taş devri" olarak bildiğimiz dönemin insanlarının yediklerini bize yedirmeye çalışıyorlar. Nedeni ise basit..
 Tüm toplumlarda aşağı yukarı aynı oranda var olan kanser, şişmanlık, kalp ve damar hastalıkları ve şizofreni gibi rahatsızlıkların, bu şekilde beslenmeye devam eden yerli kabilelerde görülmediğini fark etmişler. Neden bu hastalıklar onlarda yok? Yedikleri bir şeyden mi, yoksa yemediklerinden mi? 

  Vejetaryenler karşı çıkacaklardır ama zaten bu konuda iki uç taraf tartışmalarını sürdürmekte. Bu diyete Paleolitik Çağ diyeti, Taş Devri Diyeti gibi isimler de veriliyor ama hepsi aynı aslında. Şunu belirtelim ki, bu beslenme biçimi sadece kilo vermek amaçlı ortaya atılmış bir rejim değil. Geçerliliğini ve sonuçlarını araştırmak için ciddi bilim kuruluşları ve üniversiteler araştırmalar yürütmüşler.  

İşte Paleolitik (Taş Devri) diyetinin ana hatları 

* İnsanların genetik yapısı bazı gıdalara hazır ama bazılarını yemek üzere programlanmamıştır. Örneğin; inek sütü. Buzağılar için ideal ama insan için yeterli yağ (Omega yağları) içermiyor ve beyin gelişimi için yetersiz. 

* Kimyasal olan her şey, koruyucu ve raf ömrü uzatıcı maddeler, renk vermek için kullanılan gıda boyaları kesinlikle taş devrinin beslenme programında yok. 

* Kafein ise tarihin çok daha ileri çağlarında keşfedilmiş, yine uzak durulacaklar listesinde.

Asla yenmeyecekler 

* Tuz ve şeker insanların beslenmesine sonradan eklenen ürünlerdir.

* Fasulye cinsleri (kuru, taze hiçbir türü). 

* Patates. 

* Buğday, arpa, mısır gibi tahıl ürünleri (un ve undan yapılabilen makarna, ekmek gibi tüm ürünler dahil). Toksinleri pişirme yolu ile yok ettiğimiz gerçek ama maalesef hepsini değil. Bir miktar kalarak vücudumuzda birikmeye neden olmakta. Ayrıca yukarıdaki gıdaları yemeyi başaran insanoğlu bir anda aldığı kalori miktarını ikiye katlayarak şişmanlık sorununun yolunu açtı. Karbonhidrat ve glisemik indeksleri çok yüksek. Hem kilomuzun ideal olması hem de toksin almamak için uzak durulması şart gıdalar bunlar. 

* Süt ve süt ürünleri. 

Yenilecekler 

* Et, tavuk ve balık. 

* Yumurta. 

* Meyve. 

* Sebze. 

* Çerez çeşitleri (yer fıstığı hariç). Badem, ceviz öneriliyor. 

* Çilek, böğürtlen ve dut çeşitleri. 

Özellikle fazla yenilmesi önerilen ürünler 

* Kök sebzeleri (havuç, şalgam, yabani havuç, yer elması). 

* Sakatat (özellikle ciğer ve böbrek).

Pek çok kişi bunları yemekten pek hoşlanmayabilir ama eğer seviyorsanız, bu diyete göre son derece faydalı ürünler arasında yer alıyorlar. Bu diyeti uygulamak için yavaş bir geçiş dönemi öneriliyor çünkü birden vücudunuza giren vitamin oranı dramatik bir şekilde yükselecek ama toksinler de aynı oranda düşecekler. 
 Yaşantımızda bol karbonhidrat almaya alışık olduğumuzdan sadece kahvaltıda kaldırmakla işe başlamamız tavsiye ediliyor. "Karbonhidratları tamamen ve aniden kesmek kendimizi iyi hissetmememize neden olabilir"diye de uyarılıyoruz. Uzmanlar ilk 3 gün, sabah kahvaltısını değiştirmekle yetinmemizi öneriyor. Nedenleri ise; hem bu öğünün diyete en ters düşen alışkanlıklarımızdan meydana gelmesi, hem de genelde evde kahvaltı edildiğinden en kolay değişiklik yapılabilecek öğün olması.

Bu diyette yağlar en hassas konu. Omega 3 alımımızı artırmamız ama Omega 6 alımımızı azaltmamız gerekirken, modern diyetler ile tersini yapar olmuşuz. Bu yüzden kapsamlı bir şekilde bu diyeti uyguladığımızda, vücudumuzun ihtiyacı olan oran ve kalitede gerekli yağları almamız sağlanıyor. Ve unutmayın; et doğal şekilde ot ile beslenen hayvandan gelmeli. Hormon dolu yemle beslemişse diyetin hiç bir anlamı kalmıyor.
Sağlıklı günler dileriz... 


10 Mart 2012 Cumartesi

Sağlık Personeline Özel


Tarihteki İlk Kadın Eylemini İzmirli Kadınlar Yapmış

Tarihte kadınlar tarafından gerçekleştirilen “ilk protesto”nun, 1828 tarihinde İzmir’de yaşandığı ortaya çıktı. İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ndeki belgelere göre, ekmek fiyatlarının zamlanmasına büyük tepki gösteren kadınlar, 3 gün boyunca sokakları işgal etti. 

Bu protesto sonunda zam geri alındı.
... İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ne İlhan Pınar tarafından bağışlanan belgelere göre, Türkiye tarihindeki ilk kadın ayaklanması 1828 yılında, Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve Damlacık gibi Türk mahallelerinden gerçekleşti.

Kökeni Amazonlara kadar uzanan İzmir kadını, farkını 1828 yılında yaptıkları eylemlerle gösterdi. 

Belgelere göre, dönemin İzmir Valisi Hasan Paşa tarafından verilen izinle yapılan “ekmek zammı” önce erkekler tarafından protesto edildi ancak sonuç alınmayınca kadınlar çocuklarıyla birlikte sokaklara çıkarak 3 gün boyunca süren protesto gösterileri yaptı. İzmirli kadınların bu protestosu sonrasında ekmek zammı, Hasan Paşa’nın devreye girmesiyle geri alındı.

O dönemlerde İzmir’de bulunan Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun elçisi Baron Anton Prokesch von Osten tarafından tanık olunan olaylar, 1934 yılında Avusturya’da yayımlanan “Jahrbücher der Literatür” (Edebiyat yıllığı) isimli derginin 67. ve 68. sayılarında kaleme alındı. 

İzmir’de bulunduğu dönemde eski Smyrna’yı arkeoloji dünyasına tanıtan Baron Von Osten, kaleme aldığı yazısında, İzmir’de yaşanan kadın eylemlerini olduğu gibi anlatarak, Türk kadınının zam karşısında gösterdiği mücadeleye geniş yer verdi.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü Yrd. Doç. Dr. Oktay Gökdemir, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hak ve özgürlükler adına en büyük adımın Meşrutiyet döneminde atıldığını hatırlatarak, İzmir’in bu anlamda Meşrutiyet’ten de önce harekete geçtiğini söyledi. 

Oktay Gökdemir, “Her yenilikte öncü olan, Osmanlı ve Türkiye için ilklerin kenti İzmir, bu ayaklanmaya da öncü konumunda. İzmirli kadının kendi hakları için sokaklara çıkması önemli bir demokrasi hareketi. Kökeni Amazonlara dayanan İzmir kadını, farkını 1828 yılındaki protestolarda göstermiş” dedi. 


Oktay Gökdemir, araştırmacı – yazar İlhan Pınar’ın, “İzmir Toplu Yazıları” eserinin, 

İzmir Kent Kitaplığı’ndan çıkacağını da sözlerine ekledi.

8 Mart 2012 Perşembe

FEMEN üyeleri Ayasofya'da soyundu


  

Ukraynalı Femen grubu üyesi 4 kadın, Ayasofya

 meydanında

 eylem yaptı. 

8 Mart Dünya Kadınlar gününde, kadınlara 

yönelik şiddeti protesto eden gösterici kadınlar,

 geldikleri

 araçtan çıplak halde inerek sloganlar atmaya başladı. 

Vücut 

ve yüzlerine şiddeti protesto eden makyajlar yapan kadınlara

 polis müdahale etti. 

Kadınların direnmesi üzerine arbede

 yaşandı.

Gözaltına alınan kadınlar polis merkezine götürüldü.

İDOBÜS İstanbul-İzmir seferleri 22 Mart'ta başlayacak.



         İstanbul Deniz Otobüsleri Sanayi ve Ticaret AŞ'nin (İDO), deniz ve kara ulaşımını entegre eden, İstanbul-İzmir seferleri, 22 Mart'ta başlayacak.

 İDO'nun Yenikapı Genel Müdürlük binasında düzenlenen basın toplantısında bilgi veren, İDO yabancı ortağı ve İDOBÜS hizmetinin fikir babası Sir Brian Souter, denizcilikte yepyeni bir kavram olan İDOBÜS hizmetinin benzersiz olduğunu ifade ederek, ilk kez deniz araçlarında uygulanacak bu modelin daha da geliştirilebileceğini söyledi.
     İDOBÜS hizmetiyle yolcuların deniz otobüsleri ile İstanbul-Kabataş'tan Bursa limanına 50 dakikada ulaştırılacağını, oradan da Kamil Koç ve Ulusoy seyahat firmalarının otobüsleriyle yolcuların Balıkesir, Manisa ve İzmir'e taşınacaklarını anlatan Souter, bu yolculukla İstanbul İzmir arasının 1,5 saat kısalmış olacağını kaydetti.
       22 Mart'tan itibaren İstanbul ve İzmir'den karşılıklı günde 13 sefer yapılacağını aktaran Souter, günün ilk saatlerinde neredeyse her saat başı sefer olduğunu kaydetti.
      Souter, hem deniz otobüsü hem de otobüslerde yolcular için internet erişimi imkanının bulunduğunu dile getirerek, esnek fiyat uygulaması sayesinde on binlerce ucuz biletin yolculara sunulacağını belirtti.
      İDOBÜS'ün, kentler arasında demiryolu gibi çalışacağına dikkati çekerek, başarılı olduğu ölçüde destinasyonlarının sayısının artırılabileceğini belirten Souter, “Bu tarihi bir olay. Vizyonumuz çok büyük, az kullanılan bir değer olan Marmara Denizi'ni ele alıp şehirler arası tren yolu gibi kullanıyoruz. İDOBÜS hizmeti ile hem yolcuların zamandan tasarruf etmesini sağlayacağız, hem trafik tıkanıklığını engelleyeceğiz hem de kentin hava kalitesine katkıda bulunacağız” diye konuştu.
    Brian Souter, günde 10 bin yolcu düşündüklerini aktararak, yaz mevsiminin sonunda bu projenin eğilimini değerlendireceklerini ve konsepti ispatladıktan sonra gidilecek yer sayısını artıracaklarını belirtti.
    Souter, kötü hava şartlarında, daha büyük deniz araçlarını kullanacaklarını vurgulayarak, kullanacakları otobüs sayısının şu an için 20 
adet olduğunu, talep arttıkça bu sayının yükseltilebileceğini bildirdi.
          Soruları yanıtladı

        Bir gazetecinin, “Hükümetin İzmir'e otoyol projesi var. Bu sizin projeniz için bir tehdit olabilir mi?” sorusu üzerine Souter, Türkiye'nin hızla büyüyen bir ülke olduğuna dikkati çekerek, hepsinin kendine göre avantajları olduğunu aktardı.
Souter, “Deniz otobüsünde seyahat ederken dizüstü bilgisayarı açıp interneti de kullanarak işlerinizi halledebilirsiniz ama araba kullanırken bunu yapamazsınız, Bu hizmetin avantajları daha fazla olacak. Yolcularımıza uzun vadede arabalarını limanlara park etme imkanı da sağlanacak” dedi.
         İş adamlarının toplu taşımacılığı kullanmadıklarına dikkati çeken Souter, İDOBÜS hizmetinin rahatlığını anlayan iş adamlarının bu yolu kullanmayı tercih edeceklerine inandığını belirtti.
        Bilet fiyatlarının pahalılığından genelde seyahatini son dakikaya bırakan yolcuların şikayet ettiğini anlatan Souter, “Özellikle ilk aylarda çok sayıda ucuz bilet olacak, sonraki aylarda da bu devam ettirilecek. Bu sistem çok insan kullanıldığında çok daha rahat işleyecek. İnsanlar bir kere bu hizmeti denedikten sonra kaliteli, hızlı ucuz konforlu olduğunu gördükten sonra popülerliliği artacaktır” şeklinde konuştu.
     “Bursa'ya 1 TL'ye seyahat edilebilecek”

          İDO Yönetim Kurulu Başkan Vekili Önder Sezgi de, ilk kez bugün www.idobus.com.tr internet adresinden bilet satışlarına başlanan ve 22 Mart'ta ilk seferi yapılacak olan İDOBÜS hizmeti ile denizyolu ve karayolu taşımacılığını birleştirdiklerini söyledi.
    Bu hizmetin çok önemli olduğunu vurgulayan Sezgi, İstanbul'da günde 13 kez yapılacak seferlerin saat saat 06.00'da başlayacağını, saat 24.00'a kadar süreceğini kaydetti.
   Sezgi, İzmir'den de günde yapılacak 13 seferin saat 01.30'da başlayacağını aktaran Sezgi, “Bursa'ya yapılacak seyahatler 1 TL'den başlayacak. 22 Mart'tan itibaren Bursa'ya 1 TL'ye seyahat edilebilecek. Fiyatlar, 1-5-8-12 TL civarında olacak, en yüksek fiyat 25 TL olacak” dedi.
     İDOBÜS'ün hizmet vereceği bölgede yıllık 10 milyon kişinin seyahat ettiğini anlatan Sezgi, “Kabataş'tan yolcuları alıp Bursa Güzelyalı terminaline taşıyacağız. Bursa şehir içi taşımacılık hizmetimiz olmayacak. Ulusoy ve Kamil Koç otobüs şirketlerinin otobüsleriyle İzmir, yol üzerinde Manisa ve Balıkesir'e yolcu taşıyacağız” diye konuştu.
Önder Sezgi, İDO'nun yılda 53 milyon insana hizmet verdiğini ifade ederek, “Esnek fiyatlandırma ile seyahatini önceden planlayabilen yolcular çok avantajlı seyahat edebiliyor. Bu sabit fiyatlandırmadan daha avantajlı ama yolculuğa son dakika karar verip en yoğun zamanı talep edenler normalin üzerinde bilet ücreti ödedikleri için şikayet edebilirler” şeklinde konuştu.